Paris’i İmzalamak Bize Neye Mal Olur?
Bu hafta en fazla bu soruya cevap vermek zorunda kaldım: “Paris İklim Anlaşmasını onaylamak bize neye mal olacak?” Cevabı fazlasıyla basit: “Bunun bedeli yok, ama onaylamasaydık büyük bedeli olacaktı.” “Peki şimdiye kadar neden bu kadar bekledik?” “Çünkü 2015’te bu konuda yaptığımız hesaplarla bugün teknolojinin geldiği nokta çok farklı, bir de Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat kozunu ortaya koyunca ekonomik oyun hızla değişti ve biz de onaylamaya karar verdik.”
2015 Eylül’de iki şeye dayanarak ülke taahhüdümüzü ortaya koyduk: Kömür ve doğal gazdan elektrik üretmek çok pahalı değildir ve gelişmiş ülkeler içine para koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu’na gerçekten para koyacaklar. Geçen zaman içerisinde bir yandan teknoloji gelişti ve gerek kömür gerekse de doğal gazdan elektrik üretmenin maliyeti artarken güneş ve rüzgardan elektrik üretmek beklenmedik ölçüde ucuzladı. Bu da bize karbondioksit salımlarımızın fazla artmamasını sağlamanın ötesinde gelecekte de fazla artamayacağını gösterdi. Ayrıca enerji ihtiyacındaki büyüme de ekonomik büyümeye paralel olarak çok yüksek olmadı. Böylelikle neredeyse parmağımızı kıpırdatmadan Paris Anlaşması için verdiğimiz ülke taahhüdünü yerine getiren ender ülkelerden biri olduk. Elbette burada, ülke taahhüdümüzün de fazlasıyla zayıf olduğunu söylememiz gerek.
Dünya ülkelerine karşı aslında çok zor durumda kalmıştık. Bir yandan verdiğimiz sözü yerine getirirken diğer yandan bize bu sözü verdiren anlaşmayı da onaylamamak çok makul bir politik yaklaşım olmuyordu. Ama bu anlaşmayı imzalamıyor olmayı da bu anlaşmanın dayandığı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde bize haksızlık yapıldığını söyleyerek örtmeye çalıştık. Bu sözleşmenin imzalandığı 1992 yılında, bizim heyetimiz ısrarla sözleşme kapsamında “gelişmiş ülke” statüsünde bulunmamızı istedi. Diğer ülkelerin bizim heyeti uyarmasına rağmen bu ısrardan vazgeçmeyince Türkiye “gelişmiş ve zengin ülke” olarak sözleşmenin içinde yer aldı. Bu hata fark edildiğinde hemen harekete geçildi ve neredeyse 9 yıl süren bir çabanın ardından durumumuzu “gelişmiş ama zengin olmayan ülke” şekline çevirmeyi başardık. Yalnız bunu yapabilmek için de sözleşmeye taraf olan tüm ülkeleri ikna etmemiz gerekti. Şimdi ise durumumuzu “gelişmekte olan ülke” şekline çevirmek istiyoruz ve bir kez daha diğer tüm ülkeleri ikna etmemiz gerekiyor, yalnız bu sefer işimiz hiç de kolay değil.
Öncelikle, Türkiye neredeyse tamamı gelişmiş ülkelerden oluşan OECD’nin uzun zamandır üyesi. Doğal olarak da “siz madem gelişmekte olan ülkesiniz, OECD’de ne işiniz var?” sorusuna karşı makul bir cevabımız yok. Makul bir cevap yerine biz de “Meksika da OECD üyesi, ama iklim sözleşmesi bağlamında onlar gelişmekte olan ülke kabul ediliyorlar, bizim farkımız ne?” diye kendimizi savunduğumuzda ikinci probleme takılıyoruz çünkü “iklim sözleşmesi imzalandığında Meksika ısrarla “ben gelişmiş ülkeyim” demedi, ama Türkiye dedi, dolayısıyla durumunuz Meksika ile aynı değil” diyorlar.
Son olarak da sorun aslında en önemli noktaya geliyor. Bizim “gelişmekte olan ülke” olarak kabul edilmek istememizin ardındaki ana neden gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin içine her yıl 100 milyar dolar koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu’ndan para alabiliyor olmaları. Biz de Yeşil İklim Fonu’ndan para almak istiyoruz ama çerçeve sözleşmeye göre “gelişmiş ülke” sayıldığımızdan böyle bir hakkımız yok.
Şimdi biz çerçeve sözleşmeye taraf olan ve önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerden oluşan gruba “pastadan biz de bir dilim, hem de büyükçe bir dilim istiyoruz” diyoruz. Doğal olarak da diğer ülkeler “olmaz öyle şey” diye bunu görüşmeye bile yanaşmıyorlar.
Yalnız, ufak bir detay daha var. Gelişmiş ülkelerin içine her yıl 100 milyar dolar koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu’nun içinde fazla para yok. Çünkü gelişmiş ülkeler, bu fonun oluşturulduğu 2009 yılından bu yana, bu tür fonlara koydukları paranın amaca aykırı işlere kullanıldığını gördüklerinden artık para koymayı istemiyorlar. Onun yerine parayı doğrudan yapılacak projelere aktarıyorlar. Yani, siz bir rüzgar enerjisi santrali yapmak istiyorsanız bunun için size fon sağlıyorlar ve çoğunlukta da fonu sağlayan ülke kendi firmalarıyla çalışmanızı şart koşarak hem işin doğru yapılmasını hem de kazancın gene kendi ülkesine geri dönmesini amaçlıyor.
Ülkemiz de aslında bu tür fonlardan en fazla faydalanan ülke konumunda. Kısacası, azaltım taahhüdümüzü yerine getiriyoruz, ortada olan paradan zaten en fazla biz yararlanıyoruz ve Yeşil İklim Fonu’nda da para birikeceği yok. Bir de Paris İklim Anlaşmasını onaylamazsak Avrupa Birliği bizden ürün almayı azaltabilir ya da kesebilir. Tüm bunları birleştirdiğimizde, Paris İklim Anlaşmasını onaylama zamanımız çoktan gelmişti ve Glasgow’daki COP26 öncesi beklenen bu hamleyi yaptık. Şimdi sıra gene bu anlaşmanın şartlarından olan 2015’te verilmiş olan ülke taahhüdünün iyileştirilmesine geldi. Türkiye bunu da Glasgow’da net sıfır karbon salımı tarihini açıklayarak yerine getirecek. Bundan sonra bizlere düşen de bu taahhütlerin her geçen dönem biraz daha iyileştirilmesini sağlamaktır.
Bu yazı ilk olarak Son Buzul Erimeden blogunda yayınlanmıştır.