Bir güvenlik sorunu olarak iklim değişikliği

Bir güvenlik sorunu olarak iklim değişikliği

Dünyada hepimiz besin, barınma ve güvenlik gereksinimlerimizi karşılayamadığımız müddetçe kimsenin güvenlik içerisinde yaşaması da mümkün olamaz.

Politika yaklaşımında çoğumuza ters gelen bir kavram vardır: Güvenlikleştirme. Temelinde güvenlik olmayan bir problemi bir güvenlik problemi haline getirdiğinizde, toplumsal ve politik tepkiler bu problemin çözümü için çeşitli yollar sunarlar. Bundan dolayı son yüz yıl içerisinde ve uzun vadede başarılı olan toplumsal hareketlerin önemli bir kısmı sorunu güvenlik problemi haline getirmeye izin vermediklerinden başarılı olabilmişlerdir. Bugünkü Yokoluş Hareketi ve İklim Grevleri de benzer bir yol izleyerek ilerlemektedir. Yalnız ne yazık ki iklim değişikliği güvenlikleştirmeye gerek bırakmadan tabanında bir güvenlik problemi barındırmaktadır. Bu güvenlik problemi klasik anlamda devlet sınırlarının korunması bağlamında ele alınmayabilir, ancak sorun gene de kişilerin güvenliğine indirgenebilmektedir.

Gıda krizi

Kişilerin güvenliğini etkileyen en önemli konu gıda problemidir. Bugün iklim değişikliğinin daha yeni dişini göstermeye başladığı bir ortamda bile 820 milyon insan her gece yatağa aç giriyor. İklim krizinin daha da sertleştiği bir ortamda bu sayının çok daha fazla artması beklenmeli. Normal şartlar altında güvenlik sorunu olarak algılamayabileceğimiz çoğu olay da bu bağlamda genişleyerek bir güvenlik sorunu halini alabilir. Mesela 2010 yılının eylül-kasım aralığında küresel gıda fiyatları %35 arttı. Sorunu basitçe gıda fiyatlarındaki artışa bağlamamız doğru değildir. Ama aralık ayında Tunus’taki bir seyyar satıcının arabasına zabıtanın el koyması sonucu bu seyyar satıcının kendini yakması, Arap Baharı dediğimiz olayların da başlangıç noktası oldu. Bu olayların günümüze yansıması ve devamında da artık küresel gıda fiyatlarında kuraklığa bağlı artışın etkisi unutulmuş olabilir, çünkü artık bu problem tamamen güvenlikleştirilmiş bir hale geldi.

Bizim unutmamamız gereken önemli hususlardan biri de gelecekte özellikle gıda arzı üzerinden yaşayacağımız krizlerin hızla bir güvenlik sorununa dönüşebileceğidir. Bu nedenle de Kuzey Afrika ve Orta Doğu (MENA) başta olmak üzere gıda güvenliği sorununu başköşeye oturtmamızın vakti çoktan geldi.

Değişen yağış rejimleri

2019 yılının haziran, temmuz ve eylül ayları insanlığın bu gezegende yaşamış olduğu en sıcak aylardı. Bu durumun değişmesi ancak gerçek adımlar atılması ile mümkün. Fakat küresel tüketimin büyük kısmından sorumlu olan gelişmiş ülkelerin başta olmak üzere bu soruna çare arayışları da diğer sorunların arasında kaybolup gidiyor. Biz bu şekilde devam ettiğimiz müddetçe de bu yüzyılın sonuna kadar ülkemizi de içine alan MENA bölgesinde yağışların %20-30 aralığında azalması bekleniyor. Ayrıca bu yağışlar toplamda fazla azalmayacak olsa da yağışların dağılımı değişeceğinden gerek barajlarda su toplama gerekse de tarıma faydalı olma imkanı azalacaktır. Buradan şunu anlamamız gerekiyor: Belki yağan yağmur fazla azalmayabilir ama iki yağış arasındaki süre artacak, yani kuraklık artacak, bu kurak dönemin sonunda gelen yağış da sağanak şeklinde olacağından ne toprak tarafından emilecek ne de akarsulara katılabilecek. Bundan dolayı yağış rejimlerindeki değişim önlem alınmadığı takdirde tarım rejimlerinde de önemli değişikliğe yol açacaktır.

Deniz seviyesindeki artış

Tarımsal üretimimizin önemli bir kısmını deniz seviyesine çok yakın olan nehir deltalarından elde ediyoruz. Ülkemizde Çarşamba, Bafra, Sakarya, Meriç, Menemen, Söke Ovaları ile Çukurova deniz seviyesindeki artıştan hızla etkilenebilecek bölgelerdir. IPCC raporları deniz seviyesindeki artışın bu yüzyılın sonuna kadar bir metreyi bulabileceğini bildirmişlerdi. Daha sonra yapılan çalışmalar ve yayınlanan raporlar bu artışın iki metreyi bulmasının şaşırtıcı olmayabileceğini ortaya koydu. Deniz seviyesindeki iki metrelik bir artış ve bu artışın daha iç bölgelerde neden olacağı tuzlanma, ülkemizdeki tarımsal üretime ciddi zarar verme potansiyeli taşımaktadır.

Ülkemizin dışına çıktığımızda ise durumun çok daha kötü olduğu ülkelerle karşılaşabiliriz. Mesela Bangladeş’te deniz seviyesinin iki metre yükselmesi, bugünkü nüfus oranında bile, 40 milyondan fazla kişinin göç etmesine neden olacaktır. Bugün için Türkiye dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülke konumundadır. Ancak Bangladeş’te oluşabilecek bu tür bir göç şu an dünyada yaşanmakta olan tüm mülteci sorunlarını gölgesinde bırakabilir.

Bölgemizde ise Nil Nehri’nin deltası deniz seviyesinden önemli biçimde etkilenebilir. Mısır’ın nüfusunun önemli bir kısmının bu deltadan beslendiğini göz önüne alacak olursak bölgemizde oluşabilecek kararsızlığın boyutu kolayca anlaşılabilir. Bu tür kararsızlıklarda insanların en azından kısa vadede sorunlarını giderebilecekleri bir bölgeye göçmeleri, ilk karşılaşılan durumdur. Ayrıca her ne kadar ülkeler arasında tel örgüler veya duvarlar bulunsa da insanlık tarihinde bu engeller insanların kitleler halinde göç etmelerine engel olamamıştır. Bu bariyerler olsa olsa insanları kısa bir süre engelleyebilir ama sonrasında insanların yer değiştirmesini engelleyebilmenin tek yolu göç etmek isteyen insanların tümünü ortadan kaldırmaktır. Böylesi insanlık dışı bir yöntem de düşünülemeyeceğinden alternatifler aramak zorundayız.

Askeri, politik yöntemlerin açmazı

Avrupa Birliği bugün için karşısındaki güvenlik sorununu Akdeniz’de askeri, Ege ve Trakya’da da politik yöntemlerle çözmeye çalışmaktadır. Yalnız kısa süre içerisinde  askeri ve  politik yöntemlerin bu güvenlik sorunu ile başa çıkamayacağı anlaşılacaktır. Uzun vadede bu problemin tek çözümü insanların göç etme nedenlerini ortadan kaldırmaktır. Bunu becerebilmenin tek gerçekçi yöntemi de hayat koşullarının ülkeler arasındaki farklılığını elden geldiğince azaltmaktır. Ne yazık ki Batılı ülkeler burada problemi bir yaşam kalitesi sorunundan güvenlik problemine indirgemiş olduklarından şu an için bir güvenlik sorunu ile baş etmenin yeterli olduğunu düşünüyorlar. Oysa insanların “daha iyi bir yaşam” kavramından anladıkları geniş bir bulvarın kenarındaki kafelerde oturup kahveleri yudumlamak değil temel ihtiyaçları olan besin, barınma ve güvenliğe kavuşmaktır. Dünyada hepimiz besin, barınma ve güvenlik gereksinimlerimizi karşılayamadığımız müddetçe kimsenin güvenlik içerisinde yaşaması da mümkün olamaz.

Yazar Hakkında /

levent@brikasurdurulebilirlik.com

Levent Kurnaz, Avusturya Lisesi’ni 1984’te, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü 1988’de, Fizik Bölümü’nü 1990 yılında bitirirken Elektrik ve Elektronik alanında yüksek mühendis derecesi de almıştır. ABD, Pittsburgh Üniversitesi Fizik Bölümü’nden 1991 yılında yüksek lisans, 1994 yılında ise doktora derecesiyle mezun olmuştur. 1997 yılına kadar New Orleans’daki Tulane Üniversitesi Kimya Bölümü’nde doktora sonrası çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev almıştır. Çalışmalarını halen Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nde sürdürmekte olan Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın biri yurtdışında yayınlanan iki kitabı, otuzun üzerinde bilimsel makalesi bulunmaktadır. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi Müdürlüğü yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne bağlı olarak Genel Sekreter’in Sürdürülebilirlik Danışmanı Jeffrey Sachs tarafından oluşturulan Sürdürülebilirlik Çözümleri Ağı’nın Türkiye eş-başkanlığı görevinde de bulunan Levent Kurnaz halen Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik ile ilgili lisans ve lisansüstü dersler vermektedir.

Sürdürülebilirlik yolculuğunuzda sizlere destek olmak için varız
X