Ayşe Bilge Dicleli : Sürdürülebilirlikte iyi ve kötü haberler
İş dünyası alışılmışın ötesinde neler yapabileceğini araştırıyor, uygulamaya çalışıyor. Peki ya hükümetler neden alışılmışın ötekisinde önlemler almaya yanaşmıyor?
Mart sonunda Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 5’inci Değerlendirme Raporu’nun ikinci bölümü açıklandı. Hatırlarsınız, geçen yıl Kasım ayında açıklanan birinci bölümde artan doğal afetlerle etkisi her gün biraz daha somut hissedilen iklim değişikliğinin yüzde 95 insan faaliyetinin sonucu olduğu saptaması yer alıyordu. Bu yeni bölümde ise, iklim değişikliğinin etkisinin “fevkaladenin fevkinde” olumsuzluklar taşıdığı, 21’inci yüzyılın en büyük sosyal adaletsizlik kaynağı olacağı, insanlığın açlık, kıtlık ve giderek büyüyen bir gıda kriziyle karşı karşıya kalacağı, gıdaya erişimin zorlaşacağı ve bu yüzden çatışma riskinin artacağı belirtiliyor.
Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından başlatılan ve daha sonra BM Genel Kurul kararıyla bir BM kurumuna dönüşen IPCC, iklim değişikliğinin sosyal ve ekonomik etkilerine işaret eden çalışmalar yapıyor. 5’inci Değerlendirme Raporu’nun tamamı 31 Ekim 2014’de son şeklini alacak. Ne var ki, IPCC bir an önce önlemler almalarını sağlamak için bulgularını aralıklarla hükümetlere sunuyor. Ama hükümetler, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında her yıl düzenlenen Taraflar Konferansları’nın hiçbirinde sera gazı salımlarını azaltmak ve iklim değişikliğinin farklı etkileriyle mücadele etmek konusunda gereken acil adımları atmıyor. Bu vurdumduymazlık nedeniyle sivil toplum örgütleri Varşova’daki son Taraflar Konferansı’ndan çekildiklerini açıklamışlardı.
Hükümetlerin aldırmazlığı sadece çevreyle ilgili sivil toplum kuruluşlarınca değil iş dünyasının önemli kesimlerinde de olumlu karşılanmıyor. Örneğin, Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi Başkanı Peter Bakker blogunda, dünyanın önde gelen şirketlerinin iklim değişikliği konusunda harekete geçtiğini, ancak şirketlerin yol alabilmesi için hükümetlerin de devreye girmesi gerektiğini yazıyor. “İş dünyası harekete geçmeye hazırken hükümetler hangi gerekçelerle karar almayı geciktiriyor” diye soruyor.
Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi yaklaşık üç yıl önce yayınladığı “Vizyon 2050” başlıklı belgeyle sürdürülebilir gelişme yolunun nasıl olacağını belirlemiş, geçen yıl İstanbul’da gerçekleştirdiği toplantıda da “2020 Eylem Planı”nı kabul etmişti. Stockholm Dayanıklılık Merkezi ile Dünya Kaynaklar Enstitüsü’nün ortaklığıyla hazırlanmış bu plan doğal ve sosyal sermayenin sürdürülebilirliğini sağlamak ve sürdürülebilir iş pratikleri geliştirmek amaçlı bir dizi faaliyeti ve çok geniş kesimlerle işbirliğini öngörüyor. Ana yönelim ise, alışılmış tarzda iş yapmanın ötesine geçmek!
İş dünyasının sürdürülebilirliğe farklı bakış tarzının bir yansıması da PricewaterhouseCoopers’in 17’nci Küresel CEO Araştırmasına 68 ülkeden 1344 CEO’nun verdiği yanıtlar, sürdürülebilirliğin artık CEO’lar nezdinde sadece geri dönüşüm önlemleri ve şirketteki ampullerin çevre dostu olanlarla değiştirilmesinden ibaret olmadığını gösteriyor. Örneğin, CEO’ların yüzde 76’sı toplumun ihtiyaçlarının giderilmesiyle gelecek kuşakların çıkarlarının korunmasının birlikte düşünülmesinin kendileri açısından önemli olduğu görüşünde. CEO’ların yüzde 80’i kuruluşlarının ekolojik ayak izini ölçmenin ve azaltmak için çaba göstermenin gerekliliğini vurguluyor. Yüzde 82’si çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve yönetim kurullarında çeşitliliğin artırılmasının firmalar için çok önemli olduğunu söylüyor. Yüzde 46’sı ise, iklim değişikliğinin ve kaynak kıtlığının esas işlerini dönüştüreceğini belirtiyor.
Kaynak kıtlığı, şu sıralar iş dünyasında üzerinde çok durulan bir konu. Yapılan bir araştırmaya göre, bütün parametrelerin günümüzdeki gibi kalması durumunda, 2030 yılında küresel fosil yakıt tüketimi yüzde 16, küresel ısı da 0,5 ila 1,5 derece artacak. Bu arada dünya nüfusu 8,3 milyara ulaşacak; insanlık 2010 yılına oranla yüzde 50 daha fazla enerjiye, yüzde 40 daha fazla suya ve yüzde 35 daha fazla gıdaya ihtiyaç duyacak. Özetle, kaynak kıtlığı gündemde. Ve bu, hükümetlerin gerekli önlemleri almamaları durumunda, büyük altüstlüklere yol açacak.
İş dünyasındaysa şu sıralarda hem kaynak kıtlığını aşabilmek hem de çevreye verilen zararı onarmak için bir “Kaynak Devrimi”nin gerektiği konuşuluyor. Söz konusu olan enformasyon teknolojisiyle sanayi teknolojisinin bir araya gelerek, malzeme bilimi ile biyoteknolojiden yararlanarak daha az ile daha çok üretmenin yollarının bulunması. Devrimin sözcülüğünü yapan McKinsey’in eski direktörü Stefan Heck ile direktörlerinden Matt Rogers, bunun aynı zamanda Üçüncü Sanayi Devrimi’ne yol açacağını savunuyorlar.
Heck ve Rogers’e göre, zaman kaynak üretkenliğini, şimdiye kadar alışılmış olan yüzde 2’den en az yüzde 50’ye çıkarma zamanı. Bunu gerçekleştirmek için de beş farklı yaklaşım benimsenmeli. İlk önce pahalı, kullanışsız ve kıt malzemeler yerine daha ucuz, kolay bulunabilir ve yüksek performanslı malzemeler kullanılmaya başlanmalıdır. İkincisi, yoğun kaynak kullanan sektörlere yazılım yerleştirerek firmaların bu kıt kaynakları daha verimli kullanmaları sağlanmalıdır. Üçüncüsü, süreçler mümkün olduğu kadar fiziki dünyadan alınıp sanallaştırılmalıdır. Dördüncüsü, ürün ve hizmetler ilk kullanımdan sonra değerli olmaya devam edebilmelidir. Beşincisi, ürün ve hizmetler yeniden tasarımlanarak atık oluşumu engellenmelidir.
Özetle, iş dünyası alışılmışın ötesinde neler yapabileceğini araştırıyor, uygulamaya çalışıyor. Peki ya hükümetler neden alışılmışın ötekisinde önlemler almaya yanaşmıyor?
Not: Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi Başkanı Peter Bakker’a göre, dünyanın önde gelen şirketleri iklim değişikliği konusunda harekete geçti, şirketlerin yol alabilmesi için hükümetlerin de devreye girmesi gerekiyor.
Bu yazı, Sn Ayşe Bilge Dicleli’nin Optimist Dergisi Mayıs sayısındaki