AB Yeşil Mutabakatının getirdiği değişiklikler

AB Yeşil Mutabakatının getirdiği değişiklikler

2009 yılında yayımlanan bir makale, o tarihten sonraki çevresel sürdürülebilirlik ve iklim tartışmalarının temelini oluşturdu. Başını Stockholm Resilience Center’ın çektiği bu makalenin çok sayıda yazarı sürdürülebilirlik ve gezegenin sınırlarını inceleyerek, sürdürülebilir bir yaşam için çevreye ne kadar zarar vermiş olduğumuzu ortaya koydu1. Bu sınırları da 9 başlık altında topladı2. Bu 9 başlığın en önemlisi ve belki de en tehlikelisi iklim değişikliği. 2012’de yapılan Rio+20 Konferansı, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının (SDG) temellerini atarken bu sınırları merkeze koydu. Paris İklim Anlaşması da bu sınırlar çerçevesinde oluşturuldu. Avrupa dışında bu sınırların politik arenada konuşulması fazla kabul görmediğinden AB ve kısmen de ABD ağırlıklı oluşturulan tüm politikalar gezegenin sınırları kavramı üzerine kurgulanmasına rağmen bilimsel alan dışında bu konu fazla dillendirilmiyor.

AB Yeşil Mutabakatı da aynı şekilde gezegenin sınırları üzerine kurgulandı. Buradaki amaç tüm Avrupa kıtasındaki yaşamın, üretimin ve tüketimin bu sınırları gözeterek kurgulanmasıydı. Yani tek sorun iklim değişikliği sınırı değil, ancak iklim değişikliği sınırı en belirgin görülen sınır. Buna göre AB yetki alanındaki tüm üretimin de bu sınırlar bağlamında yapılması gerektiğinden bu, doğal olarak AB içindeki üretimin masrafını hem mutlak hem de karşılaştırmalı olarak artırdı. Ancak AB Yeşil Mutabakatı bir yandan dünyayı bu sınırlar içerisinde üretim yapmaya zorlarken öte yandan da kendi üreticisini korumayı amaçlıyor.

Yeşil Mutabakat AB’ye ihracat yapan üreticilerin de AB’deki üretim kurallarına uymasını, uymuyorsa da gümrükte bir vergi ödemesini gerektiriyor. Gümrükte vergi uygulamasına da bu senenin ortasında belirlenen ağır sanayi ürünlerinden karbon vergisi alınması ile başlanacak.

Burada AB “Karbon vergisini ya kendi ülkende ödersin ya da AB sınırında bana ödersin.” temelinde bir sistem uyguluyor. Bunun arkasındaki temel prensip de bir şekilde karbonun fiyatlanarak bu dışsallığın bedelinin ödenmiş olması. Bugün için düşünülen fiyat üretimdeki her ton CO2 salımına karşılık 50€ gibi bir bedel ödenmesi. Bu bedelin de 2030 yılına kadar kademeli olarak artırılarak 100-150€ bandına çekilmesi bekleniyor. Bunun nedeni de AB’nin 2030 yılında 1990 seviyesinin %55 daha altında CO2 salacağını resmen kabul etmiş olması.

AB’ye ihracat yapan ülkelerin başında gelen Çin 2021 yılında bir karbon vergisi uygulamasına geçerek hem bu vergiyi AB’ye vermemek hem de rekabet avantajını korumak için hazırlık yapıyor.

Türkiye bu bağlamda neredeyse aynı ligde üretim yaptığı tüm ülkelerden geri kalmış durumda. Bu bariyer çok kısa zamanda ihracata yönelik üretim yapan sektörlerin karşısına çıkmış olacak. Bu bariyeri de “Ama biz üretimde kullandığımız elektriği yenilenebilir kaynaklardan satın aldık.” diyerek aşmamız mümkün değil çünkü elektrik piyasasının şeffaflığından dolayı ülkede hangi kaynaktan ne kadar elektrik üretildiği ve bunun nerede kullanıldığı biliniyor. Bu durumda bir karbon borsası kurularak karbonun fiyatlanması gerekiyor, ama bunun için de Paris Anlaşmasının meclisten geçirilmesinin ötesinde verilen niyet beyanının çok daha sıkılaştırılarak ciddi bir azaltım politikası uygulanması gerekiyor ki bu da senelerdir ortaya koyduğumuz çaba ile kıyaslandığında politikada 180 derece bir dönüş yapılması anlamını taşıyor. Bundan dolayı da ülkemizin en kısa zamanda AB ile uyumlu bir karbon vergisi uygulamasına geçmesi gerekiyor. Çünkü biz bu vergiyi alacak olursak üreticiye teşviklerle geri dönüş sağlayabiliriz. Ama biz vergi almamakta direnecek olursak ihracat yapan üreticilerin önemli bir kısmı bu alandaki rekabet avantajını kaybedecek. Bu da ülke ekonomisi açısından kabul edilebilecek bir risk değildir.

Bunun da ötesinde AB sadece ağır sanayi ile kısıtlı kalmayacak şekilde ihracat yapan tüm sektörlere bu karbon vergisini getirmeye hazırlanıyor. Ayrıca kısa zamanda da kural seti hazırlanarak aynı düşünce sisteminin üretimin gezegenin sınırlarına zarar veren her alanına yayılması bekleniyor. Yani domates üretirken sadece üretilen domatesin içinde zararlı kimyasalların kullanılmamış olması yetmeyecek, bunun ötesinde üretimde hiçbir zararlı kimyasalın kullanılmadığının kanıtlanması da gerekecek. Bu bakımdan tüm üretim sektörünü önemli değişiklikler bekliyor.

  1. Rockström, J; et al. (2009), “Planetary Boundaries: Exploring the Safe Operating Space for Humanity” (PDF), Ecology and Society, 14 (2): 32, doi:10.5751/ES-03180-140232
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Planetary_boundaries
Yazar Hakkında /

levent@brikasurdurulebilirlik.com

Levent Kurnaz, Avusturya Lisesi’ni 1984’te, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü 1988’de, Fizik Bölümü’nü 1990 yılında bitirirken Elektrik ve Elektronik alanında yüksek mühendis derecesi de almıştır. ABD, Pittsburgh Üniversitesi Fizik Bölümü’nden 1991 yılında yüksek lisans, 1994 yılında ise doktora derecesiyle mezun olmuştur. 1997 yılına kadar New Orleans’daki Tulane Üniversitesi Kimya Bölümü’nde doktora sonrası çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev almıştır. Çalışmalarını halen Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nde sürdürmekte olan Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın biri yurtdışında yayınlanan iki kitabı, otuzun üzerinde bilimsel makalesi bulunmaktadır. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi Müdürlüğü yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne bağlı olarak Genel Sekreter’in Sürdürülebilirlik Danışmanı Jeffrey Sachs tarafından oluşturulan Sürdürülebilirlik Çözümleri Ağı’nın Türkiye eş-başkanlığı görevinde de bulunan Levent Kurnaz halen Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik ile ilgili lisans ve lisansüstü dersler vermektedir.

Sürdürülebilirlik yolculuğunuzda sizlere destek olmak için varız
X